Yazılar

5 Ağustos 2010 Perşembe

Aydınlar Halkı Aydınlatmakta mıdır?

Bu makale http://www.hasancoban.com adresinde yer almaktadır.


05 Ağustos 2010, Hasan Çoban

Toplumsal yozlaşma

Ülkemizdeki aydınların çoğunluğu mensubu olduğu halkın hayat tarzını küçümseyerek, inançlarını eleştirerek ve geleneklerini horlayarak onlardan uzak durmaya çalışmakta ve onları kaderleri ile baş başa bırakmaktadır. Sahipsiz ve kılavuzsuz kalan Türk halkı ayakta kalabilmek, geçimini sağlayabilmek ve varlığını sürdürebilmek için kendi kendine hayatta kalma mücadelesi vermekte ve yabani bir ot gibi yolunu bulmaya çalışmaktadır. Birlikte yaşadığımız ve mensubu olduğumuz toplumun fertleri, ortak bir milli şuur ile hareket etmek yerine, her biri kendi çıkarını ön planda tutmakta, sadece gününü kurtarmaya çalışmakta, kendi geçimini düşünmekte ve hayatta kalabilmek için başkalarının omzuna basarak yükselmeyi mahsurlu görmemektedir. Bu ruh haliyle hareket eden bireyler, içinde yaşadığı toplumun ortak çıkarlarını değil de sadece kendi çıkarlarını düşünen bir davranış sergilemekte ve kendi çıkarlarına destek olacağını düşündüğü kişi ve kurumların arkasına sorgulamadan düşmekte, basit ve ucuz çıkarları uğruna arkasına düştüğü kişilerin, kuruluşların ve siyasi partilerin milli menfaatimize uygun olmayan politikalarına ve icraatlarına göz yummakta bir sakınca görmemektedir.

Toplumun büyük çoğunluğu, toplumun yapısını bozan, çevrenin tahribatına sebep olan, ülkemizin ve milletimizin çıkarlarına alenen zarar veren faaliyet ve uygulamalar karşısında duyarsız kalmakta ve anlaşılmaz bir kayıtsızlık örneği göstermektedir. Sorumsuz ve pervasız bireyler, genel olarak toplumda kimsenin uygun görmediği, ancak, herkesin duyarsız davranıp göz yumduğu olumsuz davranışları rahatlıkla sergileyebilmektedir. Toplumdaki bireylerin çoğunluğu, önceki nesillerden edindikleri tecrübelere ve bilgiye dayanarak devlet yöneticilerinin ve aydın tabakasının halka hor baktığını, devletin vergi veya asker toplamak amacıyla peşinde olduğuna düşünerek malını, mülkünü ve varlığını korumak ve hayatta kalabilmek için kendince uygun gördüğü bir yaşama mücadelesi vermektedir.

Etrafımızda karşılaştığımız ve konuştuğumuz kişilerin çoğu, kamu hizmeti verilen yerlerde yetersiz ve adaletsiz uygulamalar olduğundan şikâyet etmesine rağmen, herkesin hizmet aldığı yerlerde, başkalarının hakkını yiyerek kendi işini bir an önce gördürmeyi iş bilirlik, beceriklilik, cevvallik ve uyanıklık olarak değerlendirmektedir. Ortalama bir davranış sergileyen bireyler, gerektiği zaman işini gördürmek için hukuku ve kuralları çiğnediğinin farkında bile olmadan işini görecek birilerini aramakta, çaresiz kalırsa rüşvet vermekte, başkalarının yaptığı usulsüzlüklerden şikâyetçi olsa bile, kendisi tarafından yapılan usulsüz uygulamalarda bir mahsur görmemektedir. Maalesef toplumun büyük çoğunluğu kendi gücü nispetinde yaptığı usulsüzlükler konusunda kendisinin haklı olduğuna ve yadırganacak bir durum olmadığına inanarak vicdani bir rahatlık duymasına rağmen, başkalarının güçleri oranında yaptıkları usulsüzlüklerle çıkar sağladıkları durumlarda ise, yapılan işlerdeki adaletsizliklerden, yolsuzluklardan ve haksızlıklardan ne kadar rahatsız olduğunu söylemeyi de vicdani bir görev addetmektedir.

Toplumda kültürel bir davranış şekli olarak bilinen hırsızlık, yazılı kanunlar ya da toplumsal meşruiyet düzeyinde mülkiyeti kendine ait olmayan bir taşınır malı, izinsizce alma, alıkoyma, kullanma ve menfaat temin etme işidir. Yoksulluktan ve çaresizlikten dolayı ekmek ya da baklava çalan bir kişi ile bir bankanın içini boşaltan bir kişi kanun önünde aynı biçimde değerlendirilmektedir. Ancak, bir devlet dairesinden bir kaç tabaka A4 kâğıdı alıp kendi işi için kullanan bir kamu görevlisi ile devletin bankasını kendi çıkarları için zarara uğratan bir genel müdür arasında yapılan işin usulsüzlüğü açısından bir fark görülmemekle birlikte meşruiyet açısında farklı görülmektedir. Bir kişi tarafından çalıştığı yerden kendi ihtiyacı için göze batmayan ölçüde malzeme alınmasının toplumsal ahlak ölçüsüne göre haklı olarak görülebilmesi büyük yolsuzluklara zemin hazırlamaktadır. Birincisi, bir kaç tabaka kâğıdı özel işi için kullandığında vicdanen kendini rahat hissedebiliyorsa; ikincisinin de, kendi çıkarı için banka kaynaklarını istismar ettiğinde veya bankayı batırdığında aynı vicdani rahatlığı duymasına şaşmamak gerekir.

Toplumsal yapımızdaki yozlaşmadan kaynaklanan masumane duygularla, bazılarının “bir kaç tabaka kâğıdı kendim için kullansam devlet batacak mı” diye düşünmesi, pazardaki esnafın hiç bir rahatsızlık duymadan iki sağlam elmanın yanında bir de çürük elma vermeyi maharet sayması, bahçesi veya sulanabilir tarlası olan bir kişinin mülkünün bulunduğu havzadaki göllerin kurumasına sebep olsa bile kaçak kuyu açmakta bir sakınca görmemesi ve esnafın halk sağlığını tehdit eden gıda maddelerini bilerek ve gönül rahatlığı ile pazarlaması gibi toplum tarafında uygun görülmeyen davranışların sergilendiği ve toplumdan tepki görmediği sürece, bulundukları konumu istismar ederek devlete ve millete çok büyük zarar veren kişilerin de kendilerini haklı görmelerine şaşırmamak gerekir.

Kentlerimizin çoğunda, toplumsal tepkisizlik ve çaresizlik ya da kamu düzenindeki otorite boşluğu sonucunda masum ve mazlum insanlar üzerinden geçimini sağlamayı meslek edinen kişiler (şehir eşkıyaları) tarafından kaldırımların ve yol kenarlarının usulsüz olarak otopark yapıldığına, buralara park edenlerden usulsüz park ücreti (haraç) alındığına ve ücret vermek istemeyenlerin “sahipsiz arabaların kötü niyetli kişiler tarafından çizildiği veya polis tarafından çekildiği” söylenerek kibarca uyarıldığına (tehdit edildiğine) şahit olmaktayız. Bu kişiler, kendilerinin aslında park ihtiyacı olan vatandaşlara iyilik yaptıklarını ve aldıkları ücretin cüzi bir hizmetin bedeli olduğunu söyleyerek kendilerini vicdanen haklı görmektedirler. Günlük hayatımızda sade vatandaş olmak ve normal seyir içinde işinizi görmek oldukça zordur. Örneğin, gümrüğe gittiğinizde normal yollardan günlerce işinizi bitiremezken aracılar yardımcı olursa işinizin hemen görüldüğü; trafik, ruhsat, tapu işlemleri veya başka kamu hizmetlerinin verilmesinde benzer aracıların oldukça fazla olduğu bilinmektedir. Etrafımızda varlığını herkesin bildiği, çoğunluğa tahakküm eden organize olmuş onlarca baskı grubu bulunmaktadır.

İşin acı tarafı, bu tür davranışları hiç tasvip etmeyen, toplumsal sorumluluk ve haksızlıklara kayıtsız kalmama adına şiddetle eleştirerek karşı çıkan ve iyi vatandaş olduğunu göstermeye çalışan bazı kimseler de, bir başka yerde benzer davranışları kendileri göstermekte, halka açık bir yolu bile trafiğe kapatarak kendilerine özel otopark yapabilmekte ve yaptıklarını haklı görebilmektedirler.

Bu nasıl bir ruh halidir ki, toplumumuzdaki bireyler yapılan bir usulsüzlüğü başkaları yapınca haksız kendi yapınca haklı olarak değerlendirebilmektedir. Bir sürücü “bir defalık kırmızı ışığı geçsem ne olur” derse, bir başkası her türlü trafik kuralını çiğneyebilir. Hiç bir kötü niyeti olmayan bir kişi, üzerinden geçtiği yolun, içinde yaşadığı şehrin kendisine ait olduğunun bile farkına varmadan arabasının camını açıp gayet doğal bir şekilde sönmemiş izmaritini yola atarsa, bir başkası da hiç bir rahatsızlık duymadan çöpünü yola boşaltabilir. Bu ülkenin tanınmış bir politikacısı, anayasaya aykırı bir icraat yaparak “anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz” derse, başka bir politikacı da toplumsal mutabakat metni olan anayasanın veya kamu düzenini sağlayan kuralların çiğnenmesin yönünde beyanatta bulunmakta bir mahsur görmez ve kendince haklı gerekçeler gösterir. Ülkemizde yaşanan tüm bu olumsuz davranışlar yozlaşmış ve geri kalmış bir toplum olmamızdan kaynaklanabileceği gibi, ülkemizde kamu düzeninin sağlanamamış olmasından da kaynaklanmaktadır.

Kamu düzeninin etkin bir şekilde sağlanabilmesi için kamu kurallarının isabetli seçilmesinde ve uygulanabilir olmasında yarar görülmektedir. Kamu otoritesi tarafından yürütülen uygulamaların doğruluğuna dair inanç sarsılırsa kuralsızlık da yaygınlaşır ve herkes imkânları ölçüsünde kendi düzenini kurmaya çalışır.

Yazılı olan veya olmayan mevcut kuralların çiğnenmesinde ve usulsüzlük yapılmasında meşru bir sınır var mıdır? Hangi ölçüye kadar kurallar çiğnenirse ya da usulsüzlük yapılırsa toplum tarafından ve hukuk açısından hoş karşılanır? Böyle bir ölçünün hukukta olmadığı gibi vicdanlarda da olmaması gerekir. Bireyler, toplum içinde gösterecekleri davranışlarda ve başkalarının haklarına riayet edilmesinde kendi koydukları vicdani ölçülere göre hareket etmemeleri gerekir.

Günümüzde bireyler ve çıkar grupları yalnız kaldıklarında ya da kalabalık arasında fark edilmeyeceklerini düşündükleri durumlarda, hiç bir sorumluluk ve rahatsızlık hissetmeden başkalarının hakkına tecavüz edebilmektedirler. Konuşmaya geldiğinde kul hakkından, yetim hakkından ve iyi insan olmanın erdemlerinden bahseden sorumsuz şahıslar, kendi çıkarları mevzubahis olduğunda yetimi de, yoksulu da görmezlikten gelmektedirler. Onun içindir ki, siyasi partiler muhalefette iken, iktidarın haksız ve usulsüz uygulamalarından şikâyetçi oldukları halde, iktidara geldiklerinde benzer uygulamalara devam etmekte, kendi yaptıkları usulsüz icraatları, önceki dönemlerde yapılan haksız ve usulsüz uygulamaların bedeli ve dengelenmesi olarak görmekte, kendi yandaşlarının devlet imkânlarından aleni ve haksız olarak faydalanmalarına imkan sağlamakta; adil, usulüne uygun ve yasal icraatları bir sonraki döneme bırakmaktadır.

Kamu görevlileri, adil ve etkin bir şekilde kurallara uyulmasını sağlayabilirlerse, kuralları istismar edebilecek eğilimde olanlar buna cesaret edemeyeceklerdir. Ülkemizde her alanda yaşanılan keşmekeşlik, lakaytsızlık, pejmürdelik, tembellik ve usulsüzlükler halkın aydınlar tarafından aydınlatılması ve etkin bir kamu düzeninin sağlanması ile zaman içinde azaltılabilir ve ortadan kaldırılabilir. Halkın aydınlatılmasında yanlış olan kültürel değerler eğitim ve basın-yayın aracılığı ile düzeltilmesinde, kültürel sağduyunun geliştirilmesinde, halkın hakkını arayabileceği mekanizmaların geliştirilmesinde yarar görülmektedir.

Aydınlar nasıl olmalıdır?

Eli kalem tutan, ağzı laf yapan veya mürekkep yalamış hemen herkes (kişisel sorumluluk hissedenler müstesna) toplumun geri kalmışlığı ve yozlaşması ile memleket meselesi üzerinde fikir beyan ederlerken, kolaycılığı seçip ya “bu millet adam olmaz kardeşim” diye toplumu küçümserler ya da “bu milleti anlayamadılar, aydınlatamadılar ve kalkındıramadılar azizim” diye yöneticilere, siyasetçilere ve diğer aydınlara kabahat bulurlar ve bu düşüncelerini ifade ederken sanki kendileri bu toplumun ve eleştirdiği kesimin dışındaymış gibi bir duyguya kapılıp derin bir oh çekerek rahatlarlar. Aydın diye bilinen, ancak, etrafında hep kusur arayanlar, bin bir meşakkatle taşınmakta olan yükün altından kolayca kenara çekiliverip toplumsal sorumluluklarından kurtulduklarını sanmaktadırlar. Kim bilir, belki de, adam olmaz dedikleri milletin mensubu olduklarını kabullenmediklerinden ya da kendilerini bile eleştirebilecek hoşgörüye sahip olduklarından toplumu eleştirmektedirler.

Toplumumuz gelişemediği için kendini anlayan aydın çıkaramayan, çıkardığı aydınlar tarafından da dışlanıp horlandığı için geri kalmışlığını bir türlü kıramayan ve böylece kısır bir döngüye giren bir görünüm sergilemektedir. Bu kısır döngünün kendi kendine kırılmasını beklemek yerine durumun vahametini fark eden aydınlar tarafından inisiyatif kullanılarak (siyasette, yönetimde ve toplumu yönlendiren mekanizmalarda yer alarak) toplumun olumlu yönde gelişmesine müdahale edilmesi önem arz etmektedir.

Kültürel ve ahlaki değerlerin bozulması sonucunda oluşan toplumsal yozlaşmadan çıkabilmek için sorumluluk sahibi aydınlara büyük görev düşmektedir. Peki, “aydın kimdir?”, “gerçek aydın nasıl olmalıdır?” ve “ülkemizdeki aydınlar görevlerini ve sorumluluklarını layıkıyla yerine getirebilmekte midir?” gibi sorulara cevap aranması gerekir.

Genel kabul gören bir tanıma göre aydın, “kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver” demektir. Bu tanıma göre ülkemizde yeterince aydın vardır. Ancak, bir insanın gerçek aydın olabilmesi için yaşadığı coğrafyayı, oturduğu mekanı, mensubu olduğu toplumun özelliklerini yansıtan sosyal yapıyı iyi tanıması; birlikte yaşadığı insanların zevklerini, eğilimlerini ve inançlarını paylaşması ve toplumun temel özelliklerini dikkate olarak onun gelişmesi için çalışmalar yapması gerekir. Bu noktadan baktığımızda, kendisini topluma adamış aydın sayısı çok fazla olmadığını söylemek abartı olmaz. Ülkemizdeki aydınlar, bırakın kültürümüzün zenginleşmesine ve içinde yaşadığı toplumun ilerlemesine katkı yapmayı, tam tersine bu hususta halisane çalışma yapanları bile umutsuzluğa düşürecek asimetrik fikirler beyan etmekte ve davranışlar sergilemektedirler.

İçinde yaşadığımız geri kalmışlık, toplumsal gerginlik, tembellik, duyarsızlık, yoksulluk ve yozlaşmaya karşı çare üretebilmek ve bu toplumdan çıkan aydınların yetersizliğini anlayabilmek için toplumun yapısına bakmakta yarar görülmektedir.

Bu günlerde ülkemizde yaşanan ve bir türlü çözümü bulunamayan kanunlara itaatsizlik, cahillik, tembellik, umutsuzluk, usulsüzlük ve toplumsal bölünmüşlük sorunlarının hiç biri de somut nedenlere dayalı olmaksızın bir anda ortaya çıkmadığına göre, sorunları oluşturan nedenlerin daha önceden var olduğu düşünülmektedir. Türk Toplumunun geçmişinin ayrıntılı ve gerçekçi bir şekilde analiz edilmesi, anlaşılması ve değerlendirilmesi neticesinde bu günkü sorunlara bir çözüm bulunabilir ve toplumun ilerlemesi için gerekli şartlar oluşturulabilir.

Türkiye’nin bu günkü yozlaşmış toplumsal yapısı, geçmişte ülkemizde yaşayan toplumsal yapının bir devamı ve yansımasıdır. Toplumumuzun bugünkü yapısı, dünkü yapısının gelişmeye uğramış doğal bir sonucudur[1]. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğunun özellikle son dönemlerinin sosyal yapısında etkin olan grupların ve idari yapısında etkin olan kişilerin belirlenmesi günümüzdeki sosyal yapının anlaşılmasında çok önemli bir katkı sağlayacaktır.

Türklerin kurdukları devletlerde, hiç bir millette görülmeyen bir anlayışla aydın ve yönetici kesim ile devletin kurucu unsuru olan halk birbirinden bağımsız ve uzak olarak yaşamışlardır. Tarihteki totaliter ve sömürgeci devletlerde, mevcut yönetimi değiştirme iradesini gösterebileceği düşüncesi ile halkın baskı altında tutulması prensip haline getirilmiştir. Türk devletlerinin çoğunluğunda kurucu unsurun dışından seçilen yöneticiler, kurucu unsura karşı daha sert ve acımasız davranmışlardır.

“Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren, devletin Türk soyluları dışlaması, onları toprağa bağlı bir reaya haline getirmesi, millete değil hanedana dayalı olan bir devlet felsefesinin gereği olmuştur[2]. Bu gelenek Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk zamanında yıkılmaya çalışılsa da Türk Toplumuna mensup yetişmiş veya eğitilmiş insan eksikliğinden dolayı Atatürk’ün vefatından sonra devlet yönetiminde Osmanlı dönemindeki uygulamanın benzeri bir uygulamaya, Enderun’da yetişenlerin yakınlarının devlet yönetiminde etkin olmasına devam edilmiştir.

Çok kültürlü bir yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğunun yönetim sisteminde “milli aydın” denilebilecek bir sosyal tabakanın oluşması mümkün olmamıştır. Osmanlıda yönetici tabaka ve tebaa hem Müslümanlardan hem de gayri Müslimlerden meydana geliyordu. Ancak, Enderun’dan yetişen devşirmelerin devlet yönetiminde önemli yerlere gelmeleri nedeniyle, devşirmelerin yakınlarının da askeriyede ve devlet yönetiminde yükselmelerine daha fazla imkan sağlanmıştır[3].

Günümüzde yaşanılan toplumsal yozlaşmanın ve Avrupa devletleri karşısında geri kalmış olmanın getirdiği sıkıntıların benzeri Osmanlı Devletinin son zamanlarında fazlasıyla yaşanmıştır. O zamanın aydınları toplumu geliştirmek ve devleti güçlü olarak ayakta tutabilmek için arayış içinde olmuşlardır. Osmanlı döneminde 1865’de başlayan Genç Osmanlılar hareketi, 1870’lerde başlayan Jön Türk Hareketi Devlet sisteminde yeni bir yapı oluşturulmaya çalışılmıştır. Jön Türkler, Osmanlı Devletinin son zamanlarındaki fikri gelişmelerin temellerini hazırlayan aydınların sembolü haline gelmiştir. Jön Türklerin devamı olan İttihatçılar da milli devlet kurulması hususunda büyük çaba göstermişlerdir. Ancak, başta Jön Türkler olmak üzere milli kültürden yoksun olan o zamanki aydınların düştüğü vahim hata ve zaaflardan biri de hürriyet, ıslahat ve anayasa gibi bazı kavramlarda sihirli bir güç görerek toplumun geliştirilmesi yerine Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı ve Meşrutiyetin İlanı gibi Anayasayı (Kanun-i Esasi’yi) değiştirmeye yönelik çalışmalara öncelik verilmiş olmasıdır. Anayasanın değiştirilmesi her sorunun çözülebileceğine o kadar inanılmıştır ki, Mithat Paşa “Meşrutiyetin ilanı ile Osmanlı Devletinin bir anda İngiltere kadar kuvvetleneceğini” yazmıştır[4]. Aynı hataya günümüzde de düşülmüş ve mükemmel bir anayasa yapılırsa gelişmiş ülkelerin seviyesine geleceğimiz sanılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğundaki elit tabakanın (yönetici, tüccar, aydın, asker vb. kesimlerin) kozmopolit olması kendi sisteminden kaynaklanmaktadır. Osmanlı yönetiminde, devletin asli unsuru olan Türklerin dışlanarak, devleti temsil eden önemli görevlerin yabancı soylulara bırakılması tercih edilmişti. Bu tercihin üç nedeninin olduğu düşünülmektedir; birincisi, hanedanlığın başka sülaleye geçme ihtimalinin yolunun kapanması; ikincisi, devletin üst yönetiminde yer alanların kayıtsız şartsız padişaha bağlı kul olmalarının istenmesi nedeniyle, sadakat göstermeyenlerin ve görevini iyi yapmayanların kolaylıkla azledilebilmesinde, gerekirse canına kıyılmasında tepki gösteremeyecek kesimlerden olmaları tercih edilmiş olması; üçüncüsü ise, devletin bölüme kaygısıdır. Bu uygulamaların devleti korumaya ve hanedanlığı devam ettirmeye yönelik bir uygulama olması muhtemeldir. Halk (özellikle Türk Halkı) böyle bir yönetim biçiminde devletin politikası ile ilgili bir sorumluluğa sahip değildi. Türklerin tek görevi vergisini ödemek ve gerektiğinde asker olmak ve cephelerde can vermekti. Sarayda (Enderun’da) yetişen başarılı devşirmeler askeriyede üst makamlara kadar çıkabilmelerinden (paşa olmalarından) ya da devletin üst yönetiminde görev almalarından dolayı toplumsal yapının üst kademelerinde yer almışlar ve halkla bir alakaları olmadığından halktan kopuk olarak devleti yönetmişlerdir.

Osmanlı’nın son zamanlarında başlayan inkılap hareketleri ile halk ve aydın tabaka kesin bir şekilde birbirinden ayrılmıştır. Millete mal olmuş değerler ve inançlar aydın tabak tarafından küçük görülüp aşağılanmıştır. Halk kendi değerlerine karşı olan aydınlara içgüdüsel bir davranışla temkinli davranmış ve kendi yolunu bulmaya çalışmıştır. Bilgisizlik ve cehalet içinde, deneme yanılma yoluyla ilerlemeye çalışan halk elbette, aydınları tarafından yönlendirilen milletlerin gösterdiği ilerlemeyi sağlayamamış ve çağımızda Türk Toplumu batı toplumları karşısında geri kalmış olmanın verdiği eziklikle daha da içine kapanmıştır. Halk zaman içinde batılı devletlerin engellemesi sebebiyle geri kaldığı vehmine (şüphesine) bile kapılmıştır.

Bir milletin ilerleme sağlayabilmesi ve dünya siyaset sahnesinde etkin bir yere sahip olabilmesi için halkıyla yekvücut olmuş aydınlara sahip olması gerekir. Gelişmek ve dünya siyaset sahnesinde etkin bir yere sahip olmak aydını ayrı, halk gayrı olan toplulukların kârı değildir[5].

Aydınlar öncelikle halkın ayağına gitmeli, milli kültürü kavramalı ve medeniyetin değerleri ile milli kültürü geliştirerek halkı yönlendirmelidirler. Osmanlı Devletinin son dönemlerinde özellikle 20. yüzyılın başında yaşayan aydınlar fikri birikim olarak günümüz aydınlarından daha ileri durumda oldukları bir gerçektir. Osmanlı aydınlarının birikimi cumhuriyetin temellerinin atılmasında oldukça etkili olmuştur. Örneğin, Atatürk’ün fikri birikiminde de etkili olan Ziya Gökalp Türk Toplumunun ilerlemesine ve milli şuurun gelişmesine oldukça büyük katkı sağlamış olup aydınların halka giderek, milli kültürü kavrayarak ve onu kendi değerleri ile yoğurarak yeni bir sentezin oluşumuna katkıda bulunmaları gerektiğini vurgulamıştır.

Ziya Gökalp Milli Kimlik ve Milli Devlet oluşturulmasının fikri temellerini oluşturan aydınların sembolü haline gelmiştir. Cumhuriyetin kurulmasında sonra izlenen politika ile, Göktürklerden bu yana devlet yönetiminde dikkate alınmayan Türklük Milli değerlerine dönülmüş ve Türk tebaanın da devlet yönetiminde yer almasına itina gösterilmiştir. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Milletinin tarih sahnesinde yeniden temsil edilmeye başlanmasında yaptığı görevi saygı ile anmak gerekir. Mustafa Kemal Atatürk “Necip Türk milletine ve gelecek nesillere tavsiyem şudur ki, sinesinde yetiştirerek başına geçireceği kişilerin kanındaki ve vicdanındaki cevher-i asliyeyi tahlil etmekten bir an feragat etmesin” diyerek devlet yönetimde görev alacakların iyi seçilmesi gerektiğini işaret etmiştir.

Milli kültürün kötü olarak bilinen unsurlarının düzeltilmesinde aydınların görev almasında yarar görülmektedir. Ancak, günümüz Türkiye’sinde bazı aydınların Türklükle ilgili düşüncelerinin anlaşılmasında güçlük çekilmektedir. Ülkemizde mensubu olduğu toplumdan utanan ve onu küçümseyen oldukça fazla aydın olması çok manidardır. Aydınlarımızın ve yazarlarımızın çoğunun ana dilleri Türkçe olmasına rağmen Türk kimliğini taşımaktan utandıklarını görmekteyiz[6]. Üzülerek görmekteyiz ki bu yazarlarımız, ülkemizin meselelerine bir Türk olarak değil de bir yabancı gözüyle bakıp yorum getirirler, gerekli gördüklerinde Türklüğü ve Türkleri aşağılarlar. Bundan da oldukça büyük zevk duyup rahatlarlar[7]. Belki de, böyle düşünen aydınlarımızın, Türkçe konuşup Türkçe yazmalarına rağmen Türk kimliğinden hazzetmediklerini ifade etmeleri, bazı etnik grupların talepleri söz konusu olduğunda bunları demokratik hak olarak görürken Türklüğün değerlerinin korunmasının gündeme gelmesi durumunda bunları şovenizm olarak değerlendirmeleri, milli değerleri savunmayı gereksiz ve anlamsız görüp bunun yerine enternasyonalizmi yada ümmetçiliği savunmaları, Türklüğe hakaret edilmesinin yolunu açmak için var gücü ile gayret göstermeleri, fırsat buldukça Türk düşmanlığı yapmaları içgüdüsel bir davranışın sonucudur.

Orta öğrenimden itibaren yabancı okullarda öğrenim görüp yabancı kültür ile yetişen bir aydından, kendi gayreti ile kendi değerlerini öğrenmemişse, mensubu olduğu toplumu tanıması ve anlaması beklenemez. Yetişecek aydınlar, orta öğretimden itibaren Türk toplumunun değerlerini esas alan bir eğitimden geçirilirse kendi toplumunu anlayabilirler. Mensubu olduğu toplumun değerlerini anlamadan yetişen aydınlar ve yöneticilerin sahip olduğu ideoloji toplumun inançları ve beklentileri arasındaki fark arttıkça ülkemiz yerinde sayan “yırtık ülke” olmaktan kurtulamayacaktır.

Toplumun kalkındırılabilmesi için aydınlar arasındaki “Bu toplum tembel, adam olmaz” gibi saplantıların yıkılması ve öncelikle tembel aydınların tembelliği bırakıp topluma karşı davranışının değiştirilmesi ile sağlanabilir. Bunun içinde öncelikle kültürümüzde bulunan olumsuz değerlerin (bir işe, toplantıya ya da buluşmaya zamanında gitmemek, düzenli olmamak, pejmürdelik, tembellik vb. alışkanlıkların) tespit edilip olumlu olacak şekilde toplumun yönlendirilmesi sağlanmalıdır.

Sosyolojik olarak gerçek bir toplum muyuz? Topluca yaşayan insanlar mıyız?

Toplum, belirli bir ortak amaç etrafında belirli bir yerde toplanan ve bu amaca ulaşabilmek için işbirliği yapabilen, aynı değerlere saygı duyup geliştirme amacını taşıyan bireylerden oluşmaktadır. Her toplumun ortak bir amacı olduğu gibi milletlerin de değerleri, inançları ve hedefleri vardır. Bir milletin hedefleri, kendi aydınları tarafından günün şartlarına göre belirlenir. Eğer aydınlar halktan kopuk olursa, milletin inanç ve değerleri sonraki nesillere aktarılamaz, hedefleri ise belirsiz hale gelir.

Batılı devletlerde kendi milletlerine mensup burjuvaların gelişmesine ve kurucu tebaaya mensup olanların devlet yönetiminde yer almasına imkan sağlanmıştır. Bizde, özellikle Osmanlı yönetiminde ise Türk tebaanın zenginleşmesi ve devlet yönetiminde yer almasına sistem gereği imkan verilmediğinden günümüzde ülkemizin ve milletimizin çıkarlarını esas alan milli aydın tipi maalesef çok azınlıkta kalmaktadır. Aydınlarımızın çoğu, zaman zaman ekonomik, sosyal, siyasi konularda yada uluslararası ilişkilerimizde değerlendirme yaparken sanki, tebaası olarak toprağında yaşadığı ve vatandaşı olduğu devletin bir vatandaşı değil de uluslararası bir kuruluşun temsilcisi gibi görüş beyan etmektedirler.

Batılı gelişmiş toplumlarda ve uzak doğu ülkelerinde sanayileşme, liberalleşme, yasal haklar ve özgürlüklerin tanınması gibi atılımlarda milli aydınların rolü ve önemi oldukça etkili olmuştur[8]. Atatürk’ün vefatından sonra hükümetlerde görev olan partiler Türkiye Cumhuriyetinin kurucu tebaasına mensup olanların etkin olarak kamu yönetiminde yer almalarına özen göstermemişler ve “Türk Milliyetçiliğine” sahip çıkmamışlardır. Aksine, Atatürk’ün kurduğu sistemi özünden saptırılarak, “Atatürkçülük” adı altında, Enderun’da yetişen (devşirme) yönetici yapıyı bozmayacak bir uygulamayı cumhuriyet döneminde de devam ettirecek yeni düzenlemeler yapılmıştır[9]. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen Türk Milliyetçiliğini kendisine düstur edinen siyasi partiler toplumdan yeterli desteği almakta zorluk çekmektedir. Milletin gelişmesini kendine düstur edinin siyasi hareketlerin milletten destek alamaması incelemeye değer bir paradokstur. Ülkemizde aydın kesimin çoğunluğunun milli ruhtan yoksun olarak yetişmeleri nedeniyle halkın aydınlatılıp gelişmiş milletler seviyesine çıkarılması mümkün olamamıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında yetişen ve Cumhuriyet Döneminde etkin olan aydınların çoğu, Osmanlı Yönetiminde etkili olan devşirme geleneğine göre yetişen aydınlardı. Bu aydınlar arasında Nazım Hikmet Ran, Sertel’ler, Şefik Hüsnü, Abidin Dino, Aybar’lar, Baştımar’lar, ileri’ler, Dinamo’lar, Yalman’lar, İpekçi’ler ve Sabahattin Ali gibi aydınları sayabiliriz.

Günümüzde yukarıda bahsedilen aydınların geleneğini devam ettiren, onların çizgisinde gitmeye özen gösteren ve mensubu olduğu toplumu küçümseyen aydınları da aynı çizgide değerlendirmek yanlış olmasa gerek; aksi takdirde, bu aydınların mensubu olduğu bir toplumu küçümsemesi izah edilemez. Enderun türü bir aydın kadroya dünyanın hiç bir yerinde rastlamak mümkün değildir[10]. Atatürk tarafından kurulan sitemin özü milli bir devlete dönüştür. Milli dil, milli tarih ve Türklük olgusu ilk kez Atatürk döneminde devlet politikası haline getirilmiştir. Atatürk İnkılaplarının gerçekleştirilmesinde özellikle Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları ile ilgili düşünceleri ve milliyetçilik ideolojisi oldukça etkili olmuştur.

Atatürk’ün vefatından sonra halk ve aydın birbirine son derece yabancılaşmış, halkın istemediği bir hayat tarzı halka dayatılmıştır. Günümüzde halkın ve aydınların farklı duygu ve düşünceleri paylaştığı bir toplum yapısına sahibiz. Üstelik aydınlar halkın inancını paylaşmadığı gibi, halk ta aydınların peşinden gitmeye pek meyilli değildir. Bu farklılık nedeniyle aydınlar halkı aydınlatıp onun gelişmesini sağlayamamaktadır. Halkın ve aydınların mensubu olduğumuz milletin kültürünü esas alan bir düşünce ve duygu birlikteliğinde buluşması halinde, halk aydınların söylediklerine itibar edip aydınlığa çıkabilir.

Ülkemizde ortak duygu ve düşünceleri paylaşmayan, ortak bir amacı ve gaye birliği olmayan toplumumuzdaki bireylerin her birinin kendini kurtarmaya çalıştığı başıboş bir güruh oluşumuzun vebali aydınlarımızdadır. Aydınlarımız bu vebalden kurtulmak için halka açılıp halk ile bütünleşerek onu yönlendirmeli, onların davranışını, yaşama biçimini, çalışma alışkanlıklarını daha iyi duruma getirmek için çalışmalı ve çareler aramalıdır.

Kaynaklar:


[1] Prof. Dr. Çetin Yetkin, “Türk Halk Hareketleri ve Devrimler”, 1985, S:16.

[2] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, “Osmanlıdan Günümüze Türk Toplum Yapısı”,

Çağlayan Yayınevi, İstanbul, 2004, S.20.

[3] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, a.g.e., S.22.

[4] Dündar Taşer’in büyük Türkiyesi, Ziya Nur, İrfan Yayınları, 2006, S.12.

[5] Ziya Nur, a.g.e. S.17.

[6] Ege Cansen, Ecnebi yazarlar, Hürriyet, 06.01.2001.

[7] Ege Cansen, a.g.m.

[8] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, a.g.e., S.43.

[9] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, a.g.e., S.50.

[10] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, a.g.e., S.106.